Teker Döner

Live free, die hard.


2 Yorum

Belgrad’dan Budapeşte’ye

Öncesi

Herşey Ayvalık yolunda konunun açılması ve Özge’nin destek atmasıyla başladı. Ben zaten yanda biraz daha değişik birşeyler yaptırmak istiyorum, ama ne yaptıracağımı pek bilmiyorum. İstanbul İzmir turundan aklımdan kalanlardan bahsederken, neden benzer birşey yapmıyorsun dedi, sahi niye yapmıyorum ki dedim.

Rota belirlenmesi, günlük bisiklet egsersizleri, ekipman tedariki, bisiklet bakımı, vize başvurusu, lojistik planlamalar, gidenlerin tecrübelerine göz gezdirilmesi, yol arkadaşı bulma çalışmaları… Çok koldan çalışmaya başladık.

Yol arkadaşı branşında, Evren direk yan çizdi ama Harun’u az kalsın kandırıyodum. Adam gitti geldi, gitti geldi, gitti gelmedi. İçince gaza geliyor, gidelim diyor, ayılınca cayıyor herif. Ama bende niyet baki. Öyle ya da böyle gidecez.

Macaristan vizesini 12 Eylül Çarşamba sabahı aldım. Vize aracı kurumunun işsizseniz vermezler yorumlarına, Özge’nin bisikletle gitceğini söylersen vermezler yorumlarına inat delikanlı gibi benim niyetim planım budur dedim, aldım vizemi.

Cuma akşamı yola çıkmaya karar verdim. Stres geldi oturdu nasıl olcak bu işler diye. Hemen markete gidip bira aldım. İyi geldi.

Uçak bileti aldım. Büyük bagaj rezervasyonu yaptırdım THY’nin süreçlerine saydıraraktan. Cuma gecesi için Belgrad’dan dandikten bir otel ayarladım. Bankamatik kartı ayarladık Sırp Dinarı çekebilelim oralardan diye. Rotanın çıktılarını aldım. Havaalanından otele nasıl gidebileceğimi çalıştım. Tam netleştiremediğim 2 mevzu var. Bisiklet havaalanına nasıl gidecek, uçağa nasıl binecek.

Bisikleti kutuladım. Böyle bir şey çıktı ortaya. Taksi durağı sorumlusuna kutunun boyutlarını söyledim, 110x20x180. Hallederiz abi canını sıkma sen dedi. Ama sıkılıyor canım sığmaz bu kutu taksiye diye.

Bu kutunun sorun olacağı aşikar aslında. Basiret bağlanması böyle bir şey işte. Yaparız, ederiz, hallederiz psikolojisinin gerçekliğin önüne geçmesi böyle bir şey. Hani bakınca bağırıyor zaten ben sorun çıkartırım diye.

     

Cuma

Kutu taksiye sığmadı. Gidip bir kamyonet buldum getirdim, 60 liraya gittik havaalanına. Ters gidebilecek şeylerin telafisi olsun diye uçak saatine 6 saat kala ayaklanmıştım zaten. Kutu x-ray cihazına da sığmadı. Kutuyu açtım, bisikleti çıplak geçirdik X-Ray’den. Polis dedi ki tekrar kutulayamazmışım, bi tane daha x-ray cihazı varmış bagajlar uçağa giderken, ordan da geçmezmiş.

Danışmaya gittik, THY kontuar şefine gittik, sardırın dediler, sardırdık. Havaalanı tarifesinden 3 kat naylon 60 TL. İçime de hiç sinmedi, naylon darbe emen bir şey değil ki. Kutudan çıkartıp poşete koymuş olduk bisikleti. 95-100 cm olsa yüksekliği, sığacaktı kutu muhtemelen X-Ray’e ama yapacak birşey yok bu aşamada.

30 Euro da fazla bagaj parası verdim. İşler bitti. Şöyle ya da böyle gidiyoruz gerçekten de. Uçak saatini beklerken günlük yazdım.

     

Belgrad’a indik, hava kararmış. Karanlıkta 10 km sürecez otele. Bagaj bantının yanında bisikleti monte ettim. Dışarı çıktım. Vitesi değiştirmeye çalışmamla beraber çatır çutur sesler geldi. Arka attırıcı jant tellerine girmiş ama karanlıkta tam ne olduğunu göremiyorum. Elimle bükerek attırıcıyı janttan uzaklaştırdım. Bindim, arka vitese dokunmadan sürdüm. Para çekmeyi de unuttum havaalanından. Canım feci sıkıldı, karanlıkta, parasız, bozuk bisikletle otobandan gidiyorum, üstelik otele doğru gidip gitmediğimden de çok emin değilim. Yoldaki sapaklar kafamdaki haritayla örtüşüyor ama neden bu kadar uzun sürdü, ya başka bir yoldaysam. Bu yol da otobanmış, şimdi bir de ingilizce konuşamayan polis gelse çok nefis olur. Binbir tilki iş başında.

Otele vardık sonunda. Bağladım bisikleti. Bakmadım bile vitese. Bir bira içtim. Yattım. Canım çok sıkkın. Yeni bisiklet mi alsam burdan, vites attırıcıyı mı değiştirsem, tamirciyi nerden nasıl bulurum, ingilizce konuşabilen tamirci olur mu, ne kadar vakit alır, parça bulunur mu hemen, hiç bilmiyorum. Bu aleti getirceğime burdan bisiklet alsaymışım keşke diye hayıflanıyorum, zaten 200 lira ekstra masrafla geldi buraya alet, özel bir makine de değil ki. Aynısı daha ucuza alınır burdan. Neyse.. Sabah olsun, sakin kafayla düşünelim.

Cumartesi

Sabah vitesi tamire uğraştım biraz ama yapabileceğim çok bir şey yok, parça kırılmış. Çıktım otelden, Belgrad sokaklarında bakınıyorum. Bir ATM bulup para çektikten sonra kendimi biraz daha iyi hissettim. Sonra Tuna’yı bulunca biraz daha iyi hissettim.

     

Tuna kenarında oturup alternatiflerimi gözden geçirdim. Arka attırıcı her tamircinin elinde hazır bulunacak bir parça değil, tedarik edilmesi gerekebilir, ekstra zaman kaybı demek bu. Artı pahalı bir parça ve bu bisiklet üzerine ciddi masraf yapmaya değecek bir bisiklet değil. Burdan bir bisiklet alsam, hem alması ve Türkiye’ye götürmesi sıkıntılı bir süreç olacak. Karar verdim sonunda. Yarış yapmıyoruz nasılsa dedim, eskiden vites mi vardı, gideriz bir şekilde dedim. Bu bisikleti de geri götürmem, bırakırım burda o da daha rahat olur dedim. Arka attırıcıyı vites ayar vidalarını kullanarak alttan üçüncü dişliye sabitledim. Yola çıktım. EV6’yı da buldum. EV6, EuroVelo6’nın kısaltılmışı. Atlantik’ten Karadeniz’e uzanan bir bisiklet parkuru, 4000 km toplam. Parkurun bir kısmı araç yoluyla çakışıyor, bir kısmı bisiklete özel yollardan oluşuyor. Aşağıdaki fotoğraftaki kesim Belgrad’da Tuna kıyısını takip eden EV6 parçası.

Benim ilk planım EV6’yı takip ederek Belgrad’dan Münih’e gitmekti. Daha sonra bu kadar mesafeyi 10 günde katedemeyeceğime kanaat getirerek hedef küçülttüm. Belgrad – Viyana yapalım dedim. Ama şu şartlarda Viyana da gözümde büyümeye başladı. Adına gezi diyebileceğim birşeyler yaparsam iyidir.

     

Sapaklarda tabelalar var EV6 bu taraf diye. Ama ikinci çıkmaz sokağa girişimden sonra EV6 tabelası olmayan sapaklarda düz gitmenin geçerli bir yaklaşım olmadığını farkettim. O sırada bir de yağmur bastırdı. Yağmurluk falan var, arkadaki çantalarım su geçirmez ama eşofman, ayakkabılar ve ön çanta su geçirmez değil, hafif yağmur altında sürebilirim ama bu şiddette bir yağmurda şehirlerarası yola çıkmak delikanlılıktan ziyade salaklık olacak gibi. Bir büfenin önünde bir saat kadar bekledim. Durursa devam edecem. Durmadı. Bir otele yerleşmeye karar verdim. Otel ararken de bir güzel ıslandım zaten bir iki arabanın da destek atmasıyla. Başka daha değişik rezillikler de oldu. Dibe vurdum. Binbir güçlükle bir otel buldum, bir saat sürdü en az arayışlar, kimse ingilizce konuşmuyor. Bu otel de 5 yıldızlıymış, bu gezideki konaklama konseptimizle örtüşmüyor ama uğraşamayacam zaten modum çok bozuk, dün bisiklet, bugün sağnak… Nerden geldik bu Ayvalıka diyorum. Bana para mı veriysınız la diyorum. Evde sıcak internet vardı diyorum. Çok güzel Avrupa turu yapıyon maşallah Devrim diyorum. Daha ineli 15 saat olmadı bi de.

Duş aldım, uyudum. Otel de saç kurutma makinesi olması çok iyi oldu, kıyafetlerimi, ayakkabılarımı, çantamı kuruttum. Sırpça altyazılı Ezel ve Fatmagül seyrettim. Akşam olmuş, yağmur dinmiş. Bir iki birşey içmek ve belgrad sokaklarını pedallamak üzere dışarı çıktım. İki bira tıklatınca içimdeki sıkıntı bulutu biraz dağıldı. Asıl amacım şurdan buraya gitmek değil ki benim dedim, bisikletin ya da havanın mükemmel koşulda olması gerekmiyor, amaç rutini kırmaktı, ve o amaca çoktan ulaştık tam kafamızdakiyle örtüşmeyen bir şekilde olsa da. Gittiği yere kadar gideriz. Eğer canımız daha ileri gitmek istemezse, ordan döneriz. Bisikleti istediğimiz yerde bırakırız, döneriz dedim. Eğer ucuz problemlerin canımı sıkmasına izin verirsem, bu mesafeleri aşıp buralara gelmenin anlamı da amacı da yiter gider dedim. Biraz dolanmak üzere ayaklandım.

Belgrad’da sakin bir şehir görüntüsü var. Tarihi dokusunu korumuş olan sokaklar güzel. Ama bir de Tuna boyunda, çok katlı, dış boyaları dökülmüş, balkonlarından çamaşırlar, antenler sarkan çirkin binalar var. Halkalı Toplu Konutları bunların yanında lüks konut statüsüne girer. Komunist rejim zamanından kalma toplu konutlar herhalde. Avrupa başkentlerinin kendilerine özgü karakteri, ağırlığı çok yok gibi geldi bana Belgrad’da ama belki de asıl görülmesi gereken yerleri görmemişimdir, öylesine pedalladım çünkü. Yollar geniş, sokaklar tenha, trafik çok rahat.

Pazar

Pazar sabahı 5 buçukta kalktım. Kahvaltı sonrası çıktım yola. Hava güzel, rüzgar yok, yol düz, şartlar daha iyi olamaz. Sürüyorum ama diken üstündeyim ters bir şey olacak diye. Takla mı atacaz, birilerine mi bulaşcaz… tetikteyim nasıl bir uğursuzluk gelecek acaba bugün başıma diye.

Saat 10’da Indijo diye bir kasabaya girdim. 45 kilometre gelmiş olmanın verdiği çoşkuyla bir bira ısmarladım kendime. Şimdi başladık işte bisiklet turuna. Nasıl çoşkuluyum… tarifi yok.

     

11 gibi Sırp bir bisikletçiyle karşılaştım. 1 saat kadar yanyana sürüp geyik yaptık. Çok samimi bir vatandaşmış. Gün boyunca daha başka bisikletçilerle de karşılaştım karşı şeritten gelen. Kafadaki kasklardan, bisikletteki çantalardan uzun yol pedalcısı oldukları anlaşılıyor. El kaldırıyorlar, hello diyorlar geçerken. Baştan ayıp olmasın diye belli belirsiz ağır abi kafa selamıyla geçiştirdim bu vatandaşları. Sonradan sonra hoşuma gitmeye başladı. Heriflerden önce ben selam çakmaya başladım. Güzel rajonmuş. Karşıdan bisikletli gelse de selamlasam diye bekliyorum nerdeyse.

Öğle yemeğini Novi Sad diye bir şehirde yedim. Saat 2 itibariyle 80 kilometre yol yapmış bulunmaktayım. Ve tükenmiş değilim, damarlarımda kan değil gaz dolanıyor. Daha sürecem. Palanka diye bir şehri gözüme kestirdim. 45 kilometre mesafe.

     

Öğle yemeğinde sebzeli biftek söyledim. Yanımda bir kova pilav getirdiler. Zorla bitirdim lazım bana karbonhidrat diyerek ama işe de yaradı sanki çünkü sabahkinden daha pürüzsüz bir şekilde Palanka’ya ulaştım. Saat 17.30. 126 kilometrelik bir performansla küllerinden dirilttik bu turu.

İlk günkü çıkmaz sokaklardan sonra EV6’yı takip etmedim bugün. Taşıt yolundan sürdüm. Sırp şöförleri bizimkilere kıyasla çok saygılı. Gün boyunca iki üç korna ya yedim, ya yemedim. Muhtemelen onlar da Sırbistan’da yaşayan Türklerdi. Özellikle kamyonlar otobüsler, karşıdan gelen varsa bisiklet hızına düşüp bekliyorlar, yol açılınca solluyorlar. Arabalar da tampon tozu alırcasına sollamıyorlar, sıkıştırmıyorlar.

Mantıklı bir açıklaması olmasa da, Sırp dolaplarında Efes şişesi, raflarda Eti bisküvileri görmek, televizyonda Ezel seyretmek bir mutlu ediyor insanı. Ama bu sırplarda Jelen diye bir bira var. Efes yaya kalır bunun kalında. Ben böyle bira içmedim ömrü hayatımda. Bir yörük için soğan cücüğü neyse, biracı için de Jelen o olmalı.

     

Pazartesi

Gün doğmadan çok önce uyanıyorum. Kahvaltı ve çantaların hazırlanması yüklenmesi bittiğinde gün ağarmak üzere oluyor. İçimde bir iş görmenin saadeti, gidiyorum ırıpların çalkantısında. Hava ısındıkça soyunup dökülüyorum. Ensem baya kızarmış güneşte, yanıma da güneş kremi almamıştım. Güneş tepeye çıktıktan sonra kask yerine şapkayla takılıyorum artık ki kepin önünü ensemi ya da yüzümü güneşten korumak için kullanabileyim.

     

İkinci gün çok bulutluydu hava, yağacak diye çok tırstım. Doğru düzgün bir kasaba, bir belde de yok güzergahta. Benzinlik bile 30 kilometrede bir denk geliyor.

Benzinlik denk gelmediği zaman, bu mısır tarlaları çok işe yarıyor. Tunaya yakın yerlerde bu mısırlar daha bir uzun boylu oluyor. Orda ayakta iş görmek mümkün. Tunadan uzaklaştıkça biraz bodurlaşıyor mısırlar. Buralarda diz çökmek zorunda kaldım Sırp şöförleri tarafından ayıplanmamak adına. Memleket komple mısır zaten. Ne bir bağ, ne bir ağaç bahçesi hiçbirşey görmedim mısırdan başka geçtiğim güzergahda.

Bir de anladım ki bu memlekette toprak ağaları yok. Varsa da bir ağırlıkları yok. Çünkü yollar alabildiğinde düz. Dümdüz. Yurdumun düz ovada zikzak çizen yollarını burda görmek mümkün değil. Sıkıcı tabi düz yol, daha güzel bizim oralar.

     

Sombor diye bir şehirde konaklamak durumunda kaldım. Daha enerjim vardı ama ulaşılabilecek bir mesafede oteli pansiyonu olan bir belde görünmüyor. Günün kalanını şehri gezerek, internet kafede fotoğraf yollayarak, maillere bakarak geçirdim. 6-7 gibi uyuyorum zaten. 10-11 saat anca yetiyor ki normalde 5-6 saat anca benim gece uykusu.

Salı

35 kilometre sonra, sabah 8.30 gibi sınır kapısına geldim. Kapıya yakın bir yerlerde yayan bir gezginle karşılaştım. Ayaküstü nerden geliyorsun nereye gidiyorsun geyiği yaptık. Adam da Budapeşte’ye gidiyormuş ama benim oraya varmam Ekim’i bulur dedi. Tarih 18 Eylül. Ne zamandan beri yürüdüğünü sormadım nedense adama ama bir karış sakalı vardı. Uzun süredir yolda olsa gerek.

Sınır kapısında Sırp polisi fotoğraf yasak demeden önce bir kare alabildim. İlk kez bir sınır kapısından geçiyorum. Macar görevlisi pasaportumu 15 dakka inceledi. İşim neymiş, nereye gidiyormuşum, kaç para varmış cebimde, binbir tane soru sordu. Gören başkonsolos zanneder lavuğu. Sonradan aklıma geldi de, belki de çorba parası bekliyordu. Bir yerlerde okumuştum, 5 Avro konuyormuş pasaport arasına.

Bu foto yoldaki macar köylerinden birinden. Gerek sırp köyleri, köylüleri, gerek macar köyleri köylüleri bizim köy/köylü profilinden kat be kat yukarlarda bir yerlerde. Bu vatandaşların köyleri, bizim şehirlilerin yazlıkları gibi. Çok çok ciddi fark var. Kaldı ki ben bizim doğunun köylerini görmedim hiç ama batıdakilerden bin beter olduğunu biliyoruz.

Yalnız itlerdeki profil Türk itleriyle aynı. En ciddi it saldırısını burda yaşadım. At kadar bir hayvan boynunda 2 metre zincir sürüyerek üstüme geldi. Bisikletten iniyorum ben itler dalaşınca, kaçmaya çalışmıyorum düşerim ederim diye. Zaten çantalarla bisikletle beraber 120 kilonun üstündeyim, basıp uzayacak bir durumum yok. Hede hödö deyince gidiyor itlerin çoğu ama bu gitmedi. Daha da sinirlendi. Konuşarak anlaşalım köpek kardeş falan dedim onu da yemedi. Bir de muhtemelen alakası yok ama insan, bu hayvan zincirini beni görünce mi kopardı acaba falan diye düşünüyor anın adrenaliniyle. Bisikleti hayvanla arama siper yaparak, yerden çakıl alıp yerlere çarparak hayvanı 2 metre mesafede falan tutabildim. Yavaş yavaş uzaklaştım gözümü hayvandan ayırmadan elimde taşlarla.

Öğlene doğru Baja diye bir şehirde Tuna’ya kavuştum tekrardan. Yemek yemek istiyordum ama geçtiğim yollarda yemek yiyebileceğim bir mekan bulamadım. Burada Türkiye’ye kıyasla bulması daha kolay olan tek şey bira. Hangi mekanda yemek menüsü var, hangi mekanın aşçısı saat kaçta işbaşı yapıyor konuşmadan anlamak mümkün değil. Çoğu zaman konuşarak da anlamak mümkün değil çünkü taşrada ingilizce bilen vatandaş oranı çok düşük. Ama dil olmasa da temel ihtiyaçlar tarzanca da ifade edilebiliyormuş, bu konuda çok pratik imkanım oldu.

Tuna boyunu takip ediyor diye Baja’dan EV6’ya bağlandım tekrar. Böyle ıssız bir bisiklet yolu. İn cin top oynuyor. Hiç tesis yok. Baja’da yemek yiyememiş olmam kötü oldu ama yanımda elma muz protein bar falan vardı, su stoğum da yeterliydi, onlarla idare ettim. Suyu özellikle az az tükettim, es kaza bisiklette bir hasar olursa da yürümek zorunda kalırsak kalan tarafı diye.

Bir mola sonunda 2 tane bisikletçiyle karşılaştım, merhaba dediler geçtiler, benimle aynı istikamete gidiyorlar. Biri 60 yaşlarında sakallı bir amca, diğeri 30’lu yaşlarda bir bayan. Elimdekileri çantaya atıp kulaklıkları takasıya, baya bir uzaklaştılar. Ben de bastım bunların arkasından, iki geyik yaparız, yanyana süreriz diye. Basıyorum basıyorum yaklaşamıyorum, dilim bir karış dışarı çıktı. Yaklaşamıyorum bir türlü. Vazgeçtim. Yandaki fotoya iyice zoom yapılırsa ufukta uzadıkları görülebilir kendilerinin. Bir bayanla, bir amcanın normal sürüşleri, nasıl benim kasışlı sürüşümden daha hızlı olabiliyor? Vitestendir mutlaka diye kendimi teselli ettim.

Bisiklet yolunda sürmenin güzel taraflarından biri, çarpılma endişesi yaşamadan bisiklet sırtında kendi fotoğrafınızı çekebiliyorsunuz. Bir de ıssızlığın ortasında tek tabanca pedal çevirmek, her ne kadar endişe verici tarafları da olsa da, ciddi bir keyif oldu. Böylesine bir yalnızlık başka nerde tecrübe edilir bilmiyorum. Amcam ve arkadaşı uzadıktan sonra kimseyle karşılaşmadım 3 saat boyunca. Dağcılara, yalnız takılan trekkingcilere falan nasip oluyordur herhalde. Daha önce altımda araba olmaksızın medeniyetten ve insanlardan bu kadar uzaklaşmışlığım var mıydı hatırlayamadım.

     

Ama keyif çok uzun sürmedi. Önce asfalt yol stabiliziye döndü. Sonra stabilize yolda otlar bitti. Sonra yoldaki kum tekeri kapmaya başladı. Hızım çok düştü. Sarfettiğim efor çok arttı. Sonra otların boyları büyüdü, yolun büyük kısmını kapladılar, bacaklarıma dalmaya başladılar. Ama en kötüsü en son geldi. Sinek bulutları. Bildiğiniz bulut kıvamında on yüz bin milyon tane sinek. Ağzıma gözüme burnuma kulağıma her tarafıma sinekler girdi. Çarptıkça üstüme yapışıp ölüyorlar. Ölmeyenler yüzümde gözümde yürümeye devam ediyor. Şapkayı öne eğip sadece ön tekerin bir karış ötesine bakarak sürüyorum gözüme girmesinler diye, gözlüğü de alnıma yapıştırdım ama o kadar yoğun bir bulut ki, dakka başı gözüme burnuma sinek giriyor. Kulakları kolları bacakları gövdeyi komple boşverdim zaten. Çok saz yapmış Tuna buralarda. Sazlardan olsa gelek bu bulutlar.

     

1 saat kadar bu bulutlar arasında acı çektim. Zaten bisikletin ön tekerinden başka bir yere de bakamadığım için, yolculuktan keyif alabilmek imkansız hale geldi. Yalanım varsa namerdim, en az 3-5 bin sinek öldürmüşümdür, bu fotoğraftaki kol temizlenmiş kol da pek foto alacak modda değildim.

Sonra sağda bir köy gördüm. Bisikleti sırtımda tarlanın içinden köye kadar taşıdım. Tuna’dan uzaklaşmak lazım. Sinekleri silktim. Köylülere elimdeki çıktılar üzerinden Kalocsa’nın ismini göstere göstere tarif alaraktan Kalocsa’ya kadar gittim. Bunlar aynı zamanda kuzenin bir GPS edin tavsiyesini dinlemediğimiz için pişman olduğumuz dakikalar. Gerçekten de gps’li bir tablet alsaymışım, gerek kalacak mekanları daha hızlı bulmak, gerek kaybolduğum ya da kaybolduğumu sandığım anlarda duyduğum endişeleri kovalayıp gezinin tadına daha çok varmak, gerek daha sağlıklı güzergah planlaması yapabilmek adına faydası olurmuş.

Kalocsa’da yıkanıp temizlenip, birşeyler yemeye çıktım. Bir süre sonra mekan aramaktan sıkılıp bir büfeden aldığım hamburgerle öğünü geçiştirdim. Ertesi gün kahvaltı ve yol için alışveriş yaptım. Karbonhidrat için hamur işi birşeyler alıyorum. Bağırsaklar çalışsın diye elma, hem posası, hem enerjisi için muz. Protein katkısı almıştım yanıma. Onlardan içiyorum günde 2 tane. Kötü besleniyoruz ya yapcak birşey yok şu aşamada. Bir iki öğün dışında yediğimden tatmin olduğum olmadı. Türkiye’de olsa nerde tost gözleme bulurum, nerde kahvaltı bulurum, nerde çorba, sulu yemek bulurum, bilirim hepsini. Burda anlaşılmıyor, yemek menüsü olan ve olmayan kafeleri bile dışardan bakarak ayırt edemiyorum. Yemek menüsü olan mekan bulmakla da bitmiyor iş. Benim vaktim çok kısıtlı, hemen yiyip kalkmak istiyorum. Bazı mekanda 10 dakka garson uğramıyor. Bazı mekanda da 10 dakka sonra uğrayıp ahşı akşam 6’da geliyor diyor. Türkiye’deki servis sektörünün gözünü seviyim.

     

Çarşamba

Akşam 6.30 da yattım. Sabah 4.30 da kalktım. 5.45’de yola çıktım. Ama pedallar dönmüyor nedense. Karhonhidrat eksik galiba diyip yiyorum birşeyler mütemadiyen ama dönmüyor yine de. Ağrılarım da çok arttı. Dakka başı sele üstünde oturduğum pozisyonu değiştiriyorum rahatsızlıktan. Kırılıyor kaba etlerim her seferinde. Bugün Budapeşte’ye varabileceğimi düşünüyordum ama sürekli durup mola vermek istiyor canım, selede uzun süre kalamıyorum. Ama yine de sabahın erken saatlerinden haz almamak elde değil. Araç trafiği yok denecek seviyede. Tekerin asfaltta yuvarlanışı, zincir sesi, kuşlar böcekler çok hoşuma gidiyor . 8’den 9’dan önce kulaklık takmıyorum genelde, doğayı dinlemek daha keyifli. Hergün güneşin doğuşunu seyrediyorum. Normal hayat temposunda birkaç senede bir denk getirebilirsek getirebiliyoruz. Neden bilmiyorum.

     

7 saatte 80 kilometre yol gelebildim dura kalka ve çok yıprandım. Öğlen saat 1’e doğru, ucunda at çiftliği olan bir yan yolda, asfalt üzerinde yarım saat tavşan uykusu uyudum. Azcık enerjim geldi. Buralarda konaklayabilirim aslında, benzinlik tesisleri var yer yer ama, benzinlikte kalmak istemiyorum. Dışarı çıkınca yoldan geçen arabalara mı seyredecem, saat daha 1 sonuçta.

Bir süre sonra üstünde gittiğim yolda, yani Route 51’de bisiklet giremez tabelaları başladı. Ama nereye gideyim, alternatif bir güzergah bulacak durumum yok. Tuscany diye bir tabeladan döndüm. Yol döndü gitti yine route 51’e bağlandı.  Bir yarım saatim daha heba oldu. Ayakta zor duruyorum zaten. Düz sürdüm ondan sonra. İnceldiği yerden kopsun dedim. Ama ilerde yol emniyet şeridi olmayan bir otobana dönünce riskli bir hal aldı durum ve bir süre yolun kenarındaki toprak üstünden devam edip ilk sapaktan o yolu terkettim.

Sora sora devam ettik. Oldukça yıpratıcı bir günün sonunda Budapeşte’ye vardım.

Akşam cafe’nin birinde günlük yazarken Türk bir ekiple tanıştım. Birleşmiş Milletler’de çalışan bir vatandaş Sudan’a göreve gidiyormuş da veda yemeğini yapıyorlarmış. Masalarına davet ettiler, bir 15 dakkalığına takıldım. Muhabbetleri iyiydi gençlerin aslında ama, yine de müsade isteyip kalktım, yabancıyız sonuçta, 15 dakka çok bile.

Perşembe

Sabah 6.30 da kalktım. Geç kalktım çünkü bugün sürüp sürmeyeceğimi bilmiyorum dünkü ağrılardan sonra ama sürersem de Estergon’a kadar sürecem, 45 kilometrelik kısa bir parkur yapacam. Bütün gece yağmur yağdı. Sabah bisikleti almadan bir saatlik bir yürüyüş yaptım. Çok hafiften çişeliyor yağmur halen daha ama sürüşe engel bir durum yok. Çıkalım o zaman yola, bakalım durumlara dedim. Bir yarım saatlik sürüşten sonra, henüz daha Budapeste’yi terkedememişken, ağrılarımın yola devam etme isteğime baskın geldiğine karar verdim. Özge’yle konuştuk. Buraya kadarmış dedik. Internet kafe’den bilet aldım ertesi gün için. İkinci el bisiklet satan mekanları araştırdım, bir mekan buldum, gittim sordum ama alım yapmıyoruz dediler. Havaalanına bisikletle gidip bisikleti orda bırakmaya karar verdim.

Günün kalanını öğle uykusu, şehir turu ve alışveriş merkezinde Direnç’le Özge’ye hediye bakınma aktiviteleriyle geçirdim. Budapeşte gerçekten istisnai bir şehir. Daha önce de çok vakit geçirmiştik burda, o zaman da beğenmiştik ama şimdi daha bir hoşuma gitti. Akşam aynı kafede Sudan’a gidecek vatandaşla tekrar karşılaştık. Bugün de ecnebi arkadaşlarıyla veda yemeği yapmış, bitirmişler yemeği, oturdu, bir buçuk saat falan geyik yaptık. Katıksız bir yabancıyla bu kadar uzun bir süre sosyalleşmek de bir ilk oldu benim için herhalde.

     

Cuma 

Ertesi sabah yine gün ağarmadan yola çıkıp havaalanı civarına kadar sürdüm ama çok uzakmış. Uçak da 9.30’daydı. Vakit daralınca bir benzinliğe çektim bisikleti, ekipmanlarımı söküp bir taksiye bindim. Taksiciye de istersen burdan al bisikleti beni bıraktıktan sonra dedim. Sevindi vatandaş. İçim burkuldu bisikleti geri bırakırken. Güzel anılarımız oldu beraber.

Böylece turu noktaladık. Eve döneceğim için sevinçliyim. Bir yandan da ne zaman nasıl benzer birşeyler daha yapabiliriz, Özge’yi dahil edebilir miyim, edemez miyim, daha kalabalık gruplar yapar mıyız, yapamaz mıyız, onları kuruyorum kafamda.

Yanda biraz daha değişik birşeyler yaptırmak lazım. Herşeyi denemek lazım.